(Psikeart Dergisi, Ocak-Şubat 2018)
Pan mitolojide doğa tanrılarından biridir. Yarı keçi yarı insan olan Pan’ın “bütün”ü yansıttığı ifade edilir. Boynuzlarının güneş ışığını, derisinin canlı renklerinin gökyüzünü, karın kısmındaki keçi postunun yaldızlı yapısının yıldızları, keçi bacakları ve ayaklarının toprağı yani dünyayı temsil ettiği söylenir (Bayladı, 2002). Pan’ın bu görüntüsü, aniden insanların karşısına çıkması, simgelerinden olan kaval ile ortaya çıkardığı ürkütücü sesler insanları ani bir korkuya sürüklediği için “panik” sözcüğünün Pan’ın adından geldiği rivayetler arasındadır.
Paniğin bütünü temsil eden Pan’dan gelmesi çok da şaşırtıcı olmasa gerek. İnsan kendisini bir bütün olarak görmediğinde ve bütününü yüzleştiren bir olay yaşadığında paniğe kapılır. Örneğin kişi hayatının sadece kendisinin kontrolünde olduğunu düşündüğünde ve aniden kendisinden habersiz sinsice gelişen bir rahatsızlığı olduğunu öğrendiğinde bütünü görmeye başlar. Hayat bireyin kontrol edebildikleri kadar kontrol edemediklerini de barındırır, bu ani korku paniğe sebep olur. Bazen de kişi yaşadığı çevreye ve insanlara sonsuz güven duyabileceğini varsayar. Aniden çıkan bir savaş, bir patlama, mahallede yaşanan bir hırsızlık, aldatan bir eş, arkasında durur sandığı arkadaş güven duygusunu sarsar, panik yaşar. Dünyanın sandığı kadar sonsuz güvenilir bir yer olmadığını düşünür. Oysa dünya sadece iyilikleri barındırmaz, sadece kötülükleri barındırmadığı gibi. Sonsuz güven duymak da hiç güvenmemek de eşit derecede bütünden uzaktır. Kişinin hayatı “ya hep ya hiç” tarzı düşünceleri barındırdığında, “Ben asla … değilimdir”, “İnsanlar her zaman … olurlar”, “Dünya hiçbir zaman … olamaz” gibi cümleleri sık kurduğunda, kendinde çatışma yaratan yönleri keşfedip bütünlemediğinde, paniğe doğru sürüklenmeye devam edecek demektir.
Stefan Zweig’ın “Bir Çöküşün Öyküsü” adlı eseri psikolojik olarak “bütün” olmaktan uzak ve çatışmalarla dolu hayatını toparlamaya çalışan Madame de Prie karakterini anlatır. Madame de Prie, Paris’te kral ve kraliçe üzerinde etkisi olan, yöneten biriyken devlet bütçesini sarstığı ve halkı öfkeye sürüklediği için Normandiya’ya sürülen bir aristokrattır. Paris’te hayatını sürdürürken başkalarının kendisine hayran bakışlarını gördüğü için kendisinin üstün olduğunu zanneden, başkaları tarafından arzulandığı için sevilebilir olduğunu düşünen, hükmeden, gururlu ve kibirli biridir. Yalnız kaldığında kendisine ayna olan yüzler etrafında olmadığında, ilk defa gerçek benliğiyle yüzleşir. Aynaya baktığında kendisine yalan söyleyen yüzler yoktur, gerçek ise çökmüş, zayıf, korku dolu gözlerle kendisine bakan, gençliğinden uzak biridir. Aynadaki görüntünün bile kendisi ile alay ettiğini düşünür, aynayı paramparça eder. Kendisini sarsan bir titreme, korkunç bir çığlık ve bayılma ile vücut bulan bir panik yaşar. Sürgünde fark ettiği olumsuz özelliklerinden biri yalnız kalamamaktır. Çünkü var olmak, kendini tanımak ve bütünlemek için hiç emek harcamamıştır, başkalarının üzerinden kendisine ilişkin olumlu özellikler tanımladığı için, yalnız kalmak onun için olumsuz bir benlik kavramı ve panik anlamına gelir. Sürgünde yaşayacağına, yalnız kalıp ona hayran olan insanlar tarafından donatılmayacağına, ölmeye karar verir. Ancak ölümünü bile kraliçelere yaraşır bir hale getirmek ve ölse bile arkasından hayranlık uyandırmaya devam etmek ister. Yaşadığı yerde çılgınca partiler düzenler, tüm tanıdıklarını yanına toplar, kendisinin kraliçe rolünü oynadığı bir oyun yazdırır. Oyunda düşmanları tarafından imparatorluğu elinden alındığı için ölümü tercih etmektedir. Oyunun ardından kendisine hayran bakışları gördüğünde intihar kararını sorgular, flört ettiği erkeklerden birinin kendisine daha fazla bir romantik ilgisi olduğunu fark etse Paris’e eski hayatına dönebileceğini düşünür ancak bu da nafile bir çabadır. Oyununun ertesi günü intihar eder. İntiharının Paris’te duyulmasından sonra, bu kadar çabanın sonucunda bile Madame ile ilgili konuşulmadığını anlatır Zweig.
Kişi kendisine ilişkin olumlu ve olumsuz yönleri bütünleyemediğinde, yani sadece iktidar kendisindeyken üstün, değerli, hayranlık uyandıran ve ilgi çekici olduğunu varsaydığında, bunu da etrafındaki dalkavukça davranan hayranlarının bakışları ile hissettiğinde ve sonunda o iktidar elinden alındığında ne yapar? Bu yönleri kendi benliğine iliştirebilen biri başkasının hayranlıkla bakan gözlerine ihtiyaç duymaz, yalnızlıkla da baş edebilir. Ancak bu yönler ona ait değilse, kendisine ayna olan bakışlar ortadan kaybolduğunda korku ve panik yaşar. Eski hayatına dönüp, iktidar elinden alınacağına, her şeye rağmen, ne pahasına olursa olsun, geri dönülmez bir çaba ile savaşır. Elinden bir şey gelmediğinde ise yaşamın anlamını sorgular, anlam bulamazsa da Madame de Brie gibi hayatına son verebilir.
Eserin yazarı Stefan Zweig, Sigmund Freud ile aynı dönemde Viyana’da yaşamıştır. Freud’un insan zihnine ait bilgiyi derinleştirdiği ve geliştirdiğini düşünen Zweig, eserlerinin kopyalarını Freud’a göndererek derin bir arkadaşlık başlatmıştır. Eserlerindeki karakterlerin incelikle yapılmış psikolojik incelemeleri bize Freud ve teorisinden oldukça etkilendiğini düşündürür. Madame de Brie karakterinde, yalnız kalınca paniğe sürüklenen ve ardından intihar eden birini gözlemleriz. Zweig karakterin yer aldığı kitabı 1910 yılında yazsa da, 1942 yılındaki kendi ölümü de benzer bir paniği ve intihar kararını içerir. İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudi olduğu için kitapları meydanlarda yakılıp, evi bahanelerle aranmaya başlanınca ülkesini terk etmek zorunda kalır. Sırasıyla İngiltere, New York, Arjantin, Paraguay’a gittikten sonra Brezilya’ya yerleşir, belki de bu kadar uzak bir ülkede savaştan da uzak kalacağını, güvenilir bir yer bulduğunu düşünür. Rio karnavalını izlerken Hitler’in ordusunun Süveyş Kanalı’nı hedef aldığını okuyunca ani bir şok ve panik yaşayarak yabancısı olduğu kentteki “evine” döner ve eşi ile intihar eder. İntihar notunda kendi dilini konuşabildiği ve güvenli yurdu olarak gördüğü Avrupa topraklarının yok olmasından sonra, yurtsuzlukla baş edemediğini, umut dolu yarınları görmeye sabrının kalmadığını, ölüm kararını kendisinin almasını daha doğru bulduğunu dile getirir.
İnsanın güven duyduğu yerlere ihtiyacı vardır, yaşanılan ülke gibi. Ancak en çok güvenilmesi gereken yer, kişinin kendi benliğidir. Kişi nereye giderse gitsin, nerede yaşarsa yaşasın terk edemediği tek yer ve insan, yine kendisidir. Kendisine ilişkin zorlu duyguları ve yaşantıları çatışmalarla da olsa çözüme ulaştırıp kendi benliğine yeniden bir denge ve bütünlük getiren, yani Zweig’ın zorlandığı sabrı gösterip çabalayan, panikle geri dönülmez kararlar almaz. Çatışma yerine bütünü görmek, hayattaki akışı yakalamayı sağlar, yeniliklere açıklık kazandırır. Mevlana’nın dediği gibi: “Her gün bir yerden göçmek ne iyi/ Her gün bir yere konmak ne güzel/ Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş/ Dünle beraber gitti cancağızım/ Ne kadar söz varsa düne ait/ Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”
Kaynaklar
Bayladı, D. (2007). Tanrıların Öyküsü. İstanbul: Say Yayınları
Zweig, S. (2017). Bir Çöküşün Öyküsü. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları